26 Temmuz 2015 Pazar

YİNE BEN....

Bazen bir mobil uygulama mutluluk sebebidir. Eğer evinizdeki laptop kullanılamaz durumdaysa telefondan blog sayfanıza girersiniz. Masaüstü sürüm de mobil sürüm de çare olmaz. Sonra bir apple store'a bakayım belki vardır dersiniz ve bulup yüklersiniz. Hala bir şüpheniz vardır fakat açınca rahatlarsınız. Tabi yazımın sayfaya nasıl oturacağını bilmiyorum. Burda beyaz bir yer var dümdüz yazıyorum. Sizlere afilli paragraflarım olsun isterdim fakat namümkün. 

Çok mu dertliyim? Hayır!
Az mı dertliyim? Hayır!
Ama bana buraya girip yazdıracak bir sorunum olmalı. Neden bilmiyorum ama herşey yolunda giderken yazacak birşey bulamıyorum. Daha doğrusu yazacak birşey aramıyorum. Zaman geçiyor ve bir gün yine yazıyorum.

Size anlatacak o kadar çok şeyim var ki... Hangisinden başlasam, başlasam hepsi biter mi, sanmam. 

Güzel gözlerinizden öpüyorum, katil olanlarınız hariç..
Güzel kalplerinize dokunabilecek kelimelerim olsaydı size bu kadar yağ çekmezdim.
Saygılar...
                     dumanlahaberlesme

24 Haziran 2014 Salı

Kabil yaman bir arkadaşımızdır.

Ayasofya dikilirken bir adam öldü taş yığınında,
Canını ben aldım.
Nazire olsun diye yapılan camide tütün içen bendim.
Tez kellesi vurulan adam da…

Baltanın sapını da ben yaptım,
Aramızda kalsın Kabil pek bir yamandır.
Baltayı boynuna ben indirmiştim.
Baltayı ben de yedim boynuma.

Öldüm mü diye bakarken etrafıma;
Bir kule yükselmiş köhne Galata’da.
Dehlizlerin selamını alan da bendim.
Bütün o suları oraya akıtan da.

Kaçacak bir yerim kalmadığı için icat ettim Kız Kulesi’ni.
Uydurdum bilerek saçma bir hikaye.
Kralın kapatılan kızı,
Benim karanlık kısmımdı.

Süleymaniye’nin hocaları  pek bir tuhaftır,
Gazali’den selam var deyince buyur ettiler beni boşluğa
İki bin yıl sürecek krallığı yapan da bendim
Muazzam Babil gibi onu yıkan da…



Okinawa’da çekik gözlü yakan da bendim,
Hiroşima’nın anasını ağlatan da.
Ah bu silik insanlar silsilesi,
Hepsinin tez vücudu buharlaştırıla.

Milenyumu icat ettim, zamandan kaçmak için güzel bir yoldu.
Yanlışlıkla ortaçağa yeniden sokmuşum insanlığı.
Krallıkları silip, meclis kuran da bendim,
Meclisin başına kral gibi geçip, meclisi karalayan da.

Halk ayaklandı bir gün içimde.
Aman Ya Rabbi!
Ortaçağın intikamıydı bu.
Şimdi bulunduğum yer ise bir bilinmez bir cemiyet.

Köleliği ben kaldırdım,
Beyaz yakayı da ben icat ettim.
İçkiyi ben yaptım.
İlk bahsi ben oynadım kendimle.
Ok, yay, M-16.
Oyuncaklarımı kendim yaptım.
Tankla girdim Ali’nin dediğini yapmak için,
Bin kaleden ve de yüz bin kapıdan.
Ali’nin dediği oldu giremedim küçük bir kapıdan.
Kapıyı bombaladım el bombasıyla.
Fırlatamadan vuruldum.

Bir sniper’la.


                                                                                                               Barbar.

21 Haziran 2014 Cumartesi

Bir Yangın İcadı

Güneşsiz bir gece, yağan bir yağmur
Galiba tam olarak 1253 yaşındaydı Mamo Rais. Ona sorarsanız yaşını küçültmeye bayılır. Hatta geçenlerde oğluma 999 yaşında olduğunu söylemiş. Demek insan için yaş küçültmek bir alışkanlık. 
Marko Paşa Konağı alevler içerisinde, gecenin fecrini delen bir iplik gibi. Bir çılgın kırmızı boya ve tütsüyen kara duman. Bağırmaya başladım; '' tulumbacılar! tulumbacılar! '' neredeydi bu tulumbacılar? Mahmut Reşo elinde kürekle koca konağa toprak atıyordu. Yanına giderek:
- Napıyorsun Reşo bu koca konak hiç toprak atmakla söner mi?
- Ya sönerse?
- Tulumbacıları aradın mı sen Reşo?
- Nasıl arayayım daha telefonu icat etmediler beyim.
Mahmut Reşo çok haklıydı. Birinin acilen telefonu icat etmesi gerekiyordu. Yoksa koca konak kül olacaktı. Şakası yoktu ve ne pahasına olursa olsun bu telefon icat edilmeliydi. Hatta icat edilmekle kalmayıp tulumbacıların istasyona da bir hat kurulmalıydı. Hemen Mamo Rais'in yanına gittim ve bana 2 km tel bulmasını söyledim. 1253 yaşındaki adam 12 yaşında bir velet gibi koşarak uzaklaştı. Onu böyle güçlü görünce daha çok yoğurt yemem gerektiğini anımsadım. 
Yangın arka odalara sıçramaya başlamıştı ki korkusuz Reşo konağın bahçesine koştu ve şöyle dedi; '' EY KOCA ATEŞ! İBRAHİM'İ YAKMAYAN ALEVİN BU KONAĞI DA YAKMASIN !! YETER ARTIK GİT BURDAAAAANNNNN!''
Telefonu hemen icat etmeliydim böylece hem yangın için tulumbacıları arayacak hem de Reşo için doktoru arayacaktım.

Neyse uzatmaya gerek yok. Mamo 2 km tel bulamadı ve ben de doğal olarak telefonu icat edemedim. Kısmet elin gavur graham bell'ineymiş. 

                                                                                                    dumanlahaberlesme

23 Mayıs 2014 Cuma

--------_-----''''''''''''''

Ey soma                                                                              dumanlahaberlesme
Ey kömür karası
Kafa karıştıran yalanlar ve namus belası kaçamaklar
Kötülüğün efendileri ve hoyrat hokkabazlar
Sakin ovaların atarlı dedesi Rıfat, Deli Rıfat

Sakince yürüyordu muhterem Rıza Efendi
Koşarak geldi köyün delisi Rıfat
Ey Rıza! Oku şimdi 1000 dua yıkıldı minareler
Ey Rıza! Oku şimdi 1000 dua yıkıldı minareler
Ey Rıza! Oku şimdi 1000 dua yıkıldı minareler
Yeter be yeter dedi Rıza
Rıfat mı deli sen mi deli
Rıfat mı deli ben mi deli

Yerin dibi her zaman olduğundan daha karanlık
Yerin üstü dibinden farksız
Ağlamakla olsaydı ben de ağlardım
Yazmakla olsaydı ben de yazardım
Saldıralım ama kime

Katil kim, hain kim, ihmal yapan kim
Parayı cukkalayan kim
Karı karı kim mutalar
Adam yerine kelle hesabı
Kelle başına kaç para verir
Para mı ister direği yıkılan hane

Yumruk mu atacaksın gel bana at
Küfür kıyamet mi lazım
Çamlıca tepesine ucube yap
Boğazı teleferikle geçelim
Onları 4000 metre gömerken
Bizler 4000 metrelik kulelerin hayalini kuralım

Bok yiyesice suratlarınıza gözyaşı yakışmıyor
Kalbiniz makineleşmiş lanetlenmiş
Paralar oksijen olmuş
Karılar yemek
Siz üzülmeyin ben de üzülmeyeyim insanlar üzülsün
EL FATİHA.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Bir KÜÇÜK PRENS

 Sahibi olmayan bir elmas bulursan, o elmas senindir. Sahibi olmayan bir ada bulursan, o ada senindir. Bir buluş yaparsan patentini alırsın, buluş senin olur. Madem ki yıldızlara sahip olmak benden önce kimsenin aklına gelmedi, yıldızlar benimdir.


Saint-Exupéry'nin Küçük Prens'ini ilk okuduğumda 15 yaşındaydım. Ablamın önerisi ve zorlamasıyla başlamış bitirince çok beğenmiştim. İkinci kez okuduğumda 17 yaşındaydım. Lisede çok sevdiğim edebiyat öğretmenim benim önerimle sınıfa okutuyordu. "Sınavda bu kitaptan 3 soru gelecek iyi okuyun." demişti. Ben de bir kez daha okumak için aldım kitabı elime... Ve inanamadım. Kitap tamamen değişmiş.
İkince kez okuyordum fakat ilk kez okuyor gibiydim. Üçüncü, dördüncü okuyuşlarımda bu duruma alıştım. Bu kitabı her okuyuşum ilk okuyuşumdu...

Biraz Saint Exupery’den bahsetmek istiyorum. Tam adı Antoine de Saint-Exupéry. Kitaptaki gibi bir Pilot. 1935 yılında arıza yapan uçağını zorunlu olarak Sahra Çölü’ne indiriyor. Orada 4 gün yaşamak zorunda kalıyor daha sonra bir bedevi tarafından bulunuyor. Kitabı okuyanlar için çok tanıdık bir manzara. Çünkü kitapta da pilot arıza yapan uçağını zorunlu olarak çöle indiriyor ve Küçük Prensimizle tanışıyor.

Açıkçası hayran olduğum ve tanıyormuşçasına sevdiğim, en sevdiğim yazar. Kitabın tamamen kendi hayatını anlattığı kanısındayım. Kitaptaki gülün eşi Consuleo’yu, simgelediği düşünülüyor. Küçük Prens de aslında kendisiydi bence. Hep hatırlamak ve yaşatmak istediği çocukluğuydu. Başardı da.

Kitaptaki o mükemmel resimleri de kendisi çizmiş, sulu boyayla.

Kitabın neresinden tutayım da anlatayım bilemiyorum. Başlangıçta Saint Exupery de öyle düşündü sanırım, 1000 sayfa olarak yazmış kitabı. Daha sonra günümüzdeki kısa haline getirmiş. Sonra bu durumu çok tatlı bir şekilde açıklamış. “Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.

Kitapta çok etkilendiğim yerlerden birisi de Atatürk’ten bahsedildiği yerdir. Saint Exupery aynı zamanda 2. dünya savaşında savaşan askerlerden biriydi. O dönemdeki herkes gibi o da Atatürk'e hayrandı bence. Yoksa kitabındaki örnekte Türkleri ve Atatürk'ü ve onun inkılaplarını tercih etmezdi.

Tilkisinden koyununa, yılanından gülüne herkesin konuştuğu, bir şeyler anlattığı çok güzel bir hikaye Küçük Prens. İyi ki yazılmış. Gükyüzündeki tüm yıldızlar artık anlamlı benim için. Yalnız da değilim bir çok insandan duydum bu sözü. Küçük Prensle tanışan bir çok insan yıldızlara boş bakmıyor artık...


Saint Exupery bir Alman pilotu olan Hors Rippert tarafından uçağına ateş edilerek öldürülmüş. Yıllarca uçak da ceset de bulunamamış. Alman pilot "Ben vurdum" itirafını 65 yıl sonra yapmış. " Bilseydim vurmazdım." diye de eklemiş. 
Yani o güzel insan, dostu olan bir yılan tarafından ısırılarak gülünün yanına gitmedi. Gülüne kavuştu mu bilemem ama yolculuk için biletini kesen düşmanı oldu.


Şimdi o da bir yıldız gökyüzünde, hem de en parlak en büyük yıldız..
O, hep gerçek mi diye merak ettiğimiz Küçük kalmış bir Prens. Koyunun gülü yemediğinden ne kadar eminsem, Küçük Prens'in Saint Exupery'nin ta kendisi olduğundan da o kadar eminim.

Acaba bir gün hepimiz kendi yıldızımızı yeniden bulalım diye mi yıldızlar böyle parlıyor? ( Küçük Prens) 
         
                                                                                                        
                                                                                                                 MASAL OKUR

3 Mayıs 2014 Cumartesi

BİR ÖĞRETMEN BİR CEZA

               
Otluk alanlardan ve çamurdan yapılan evlerden başka hiçbir şeyi olmayan bu köye atandığımda yirmi beş yaşındaydım. Ayağımda memurlara indirimli ayakkabı satan bir dükkândan aldığım ve iki yıldır ayağımda olan kahverengi botlarım vardı. Mavi gömleğimin üzerine annemin ördüğü siyah kazağı geçirmiş, elimde sokağa hibe edilmiş olarak bulduğum bir bavulla gelmiştim bu köye.  Üstelik buraya gelmek için aç bitap bir şekilde yirmi saat yol gitmek zorunda kalmıştım. Esaretimin başladığını nereden bilecektim? Kaosun tam ortasına girmek üzere olduğumu nasıl anlayacaktım?  Allah aşkına. Sonuçta büyükbaş hayvanlarla birlikte 600 kişilik bir köy değil miydi burası? Aslına bakarsanız otogarda köy otobüsüne binmek üzereyken her şeyi anlamalıydım. Evet, bunu yapabilirdim, anlayabilirdim. Hepsi benim suçum. O gün köy otobüsünde kendi sonuma gittiğimi pekâlâ anlayabilirdim. Ama anlayamamıştım. Otobüsün içinde sigara içen şoföre, toprak yol üzerindeki çakıl taşların kenara fırlamasına, pantolonumdaki kirliliğe bakıyordum. Kısacası düşünmemek için çırpındığım bir gündü. Otobüsten indiğimde beni şalvar giymiş olan bir çocuk bekliyordu.
‘’Hoş geldiniz öğretmenim. Biz de sizi bekliyorduk.’’ dedi.
Utangaç bir hali olan bu çocuğun benim köye geldiğimden veya öğretmen olduğumdan nasıl haberi olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ve açık konuşmak gerekirse, umurumda da değildi. Onu kısaca süzdüm. 11-12 yaşlarında ya vardı ya yoktu. Şalvarının üzerine beyaz bir gömlek giymişti. Siyah ayakkabıları toz içindeydi. Bu çocuğun diğerlerinden tek farkı bıyığı olmamasıydı. Kaderini bekliyordu bu çocuk. Boy atacağı, kendi tarlasını süreceği, kendi hayvanlarını besleyeceği ve bıyığının çıkacağı günlerin gelmesini bekliyordu.
‘’Hoş bulduk oğlum.’’ dedim. Ne kadar aç olduğumu hatırladım. Konuşacak halim yoktu ve susmak istiyordum. Etrafıma bakınıyordum.
‘’Muhtar emmi yemek hazırlattı öğretmenim. Açsınızdır, isterseniz gidelim.’’ dedi.  Çocuk bana öğretmenim diyordu ancak ben bir yaşıtımla konuşuyormuş gibi hissediyor, onun karşısında sebebini hiçbir zaman anlayamayacağım bir şekilde ciddi olmaya gayret ediyordum.
‘’Evet, gerçekten de açım. Gidelim bakalım.’’ demekle yetindim. Nasıl gideceğimizi, gideceğimiz yerin uzak mı yoksa yakın mı olduğunu de merak etmiyordum. O durumda beni ilgilendiren tek şey yemek yemekti. Valizim elimde titreyerek önümdeki çocuğu takip ediyordum. Çocuk topallayarak yürüyordu. Onu dikkatle izlediğimden olsa gerek ben de topallamaya başladım. Bir fotoğraf sanatçısı için iyi bir malzemeydik aslında. Önde şalvar giymiş, topallayarak yürüyen küçücük bir çocuk, arkasında ise kot giymiş, elinde bir valizle onu takip eden ve etrafını ahmakça kesen ve topallayan bir adam. Küfürler yağdırarak yoluma devam ediyordum.  Bu şekilde toprak yolda yaklaşık on dakika yürüdükten sonra karşımıza iki katlı, etrafı yüksek duvarla çevrili olduğundan bahçesi gözükmeyen bir ev çıkmıştı. Ahşaptan yapılmış bahçe kapısının yanında bir kalabalık bize bakıyordu. Neden topalladığımı anlamıyordum. Topallamamak için elimden geleni yaptıkça, daha da topallıyordum. Böyle bir yerde zayıf görünmemem gerektiğine inanıyordum. Çocuk çoktan bahçe kapısına varmış, suçlu gözlerle beni izlemeye başlamıştı.  Valizi yere bırakıp cebimde bir şey arıyormuş gibi yaptım. Cebimde sadece bir paket sigara ile kibrit vardı. Şimdi sigara içemezdim.  İnsanlar hala meraklı gözlerle bana bakıyordu. Daha sonra aralarından orta yaşlı olan bir adam bana doğru yürümeye başladı. Güçten düştüğümü belli etmemek için valizi yeniden taşımaya başlamıştım ki, adam bana iyice yaklaştı ve valizime yöneldi.
‘’Yorulmuşsun sen hoca. Ver ben taşıyayım. Muhtar yemek hazırlattıydı. Gel haydi.’’  dedi. Cümle kurmak benim için hiç bu kadar zor olmamıştı. Hiçbir şey söyleyemiyordum. Başımı ‘’teşekkür ederim’’ anlamında salladım ancak o muhtemelen bunu görmedi. Eve yaklaştıkça taze et kokusunu hissetmiştim ve attığım her adımda bu koku keskinleşiyordu. Kapıya vardığımızda orta yaşlı ve kirli sakallı biri elini uzatarak bana yaklaşıyordu. Takım elbise giymişti. Böyle bir yerde takım elbise giymek için nasıl bir sebep gerekirdi bilmiyorum. Ben de elimi uzattım.
‘’Hoş geldiniz öğretmen bey. Ben köyün muhtarıyım. Ayhan Kırbay. Hoş geldiniz, buyurun lütfen, buyurun.’’ dedi. Adam son derece düzgün konuşuyordu ve bir şehirde büyüdüğü hemen anlaşılıyordu.
‘’Hoş bulduk Ayhan Bey. Yavuz Uras.’’ demekle yetindim. Muhtar elimi tutmaya devam ediyordu. Diğer eliyle de sırtıma dokunuyordu ve bu şekilde beni yemek için hazırlanmış masaya götürüyordu.  Sanki tokalaşırken sadece ikimizin hissedebileceği ani bir kar fırtınası başlamıştı ve oracıkta ellerimiz donmuştu. Diğer yandan pek şikâyetçi de olamazdım. Muhtarın beni bıraktığı anda düşeceğimi sanıyordum. Bana ayrılmış olan sandalyeye oturmamla önüme bir tabak çorbanın koyulması bir oldu.
‘’Diğer tabakların doldurulmasını beklemenize gerek yok hocam. Siz başlayın lütfen.’’
‘’Teşekkür ederim ama bu ayıp olur. Herkes masaya oturunca ben de çorbamı içmeye başlayacağım.’’
‘’Nezakete gerek yok hocam. Açlık görgü kurallarını ortadan kaldıracak kadar güçlü bir düşmandır. Daha sonra nezaket için epey boş vaktimiz olacak.’’ dedi. Daha fazla ısrar etmekte fayda görmedim ve çorbanın da soğumasını istemediğimden içmeye başladım. Benim çorba içişimi izleyen bütün erkekler masaya oturdu. Etrafta hiç kadın görmemiştim. Ama köyler böyledir zaten. Her şey nedensiz bir utangaçlık ve ciddiyetle yürütülür. Şu muhtar da garip adam doğrusu. Nasıl laftı o öyle? Açlık hakkında daha önce hiç böyle düşünmemiştim. Belki de daha önce hiç bu kadar aç kalmadığımdandır, bilemiyorum. İnsanlar çorbalarını içmeye başladığında ben bitirmiştim. Bedenim kendine gelmeye başlıyordu. Çok aç olduğumu belli etmemek için bir sigara yakmak istedim. Başımın dönmesini ve yere yığılmamı engellemek için dumanı içime çekmemeye gayret ediyordum.
‘’Ahmet, söyle yemekleri getirsinler. Herkes çorbasını içti. Baksana, Hoca sigara bile yaktı.’’ dedi ve sonra gülerek;
‘’Ee Hocam, ilk görev yeriniz mi burası?’’
‘’Hayır, ikinci görev yerim. İstanbul’daydım. Üç gün önce atama kâğıdım geldi ve işte buradayım.’’
 ‘’Oo, çok büyük bir şehir. Çok da uzak. Yol ne kadar sürdü?’’
‘’Yirmi saat.’’
‘’Çok zor olmuştur sizin için. İstanbul büyük bir şehir. Öyle bir yerden gelip bu sınır köyüne hemen alışan insan ya bir kaçıktır ya da bir ermiş.’’
‘’Siz burada mı büyüdünüz?’’ dedim. Güldü.
‘’Bizim peder bey buranın ağasıydı eskiden. Ben İstanbul’daydım. Vefat haberini alınca pılı pırtı toplayıp geri geldim.’’
‘’Allah rahmet eylesin. İstanbul’da ne yapıyordunuz?’’
‘’Siz demeye gerek yok hocam. İstanbul’a okumak için gitmiştim. Amma umduğum gibi olmadı. İstanbul’a damarımda akan kan kadar alışmıştım. Eğer İstanbul’a damarındaki kan gibi alışmaya başlamışsan oradan kaçmanın vakti gelmiş demektir. Kaçmadım ama. Hata ettim. Önümde iki yol vardı. Ya şair olacaktım ya da katil. Başka yol yoktu önümde. Ben de…’’
Bu sırada yemekler geliyordu. Yine bir erkek, kuzu eti koyuyordu önüme. Muhtar hüzünlenmişti sanırım, cebinden tabaka çıkarıp bir sigara sardı ancak bir yandan da masadakilere siz devam edin diyordu. Açıkçası muhtarın sigarasını bitirmesini bekleyecek de değilim. Ne biçim iş bu böyle be? Gören ezanı bekliyoruz sanacak.  Yeniden bana döndü.
‘’Ben de katil olmayı seçtim. Yani seçmedim. Yani katil oldum ama bunu isteyerek yapmadım. Ulan oysa buradan gitmemin amacı da böyle işlere bulaşmamaktı. Ben ne bileyim İstanbul’un delikanlı ya da ibne, dindar ya da kâfir ayrımını önemsemediğini? Bak hoca sen de İstanbul’u bilirsin, beni anlarsın.’’
‘’Evet, anladım.’’ dedim. Anladım mı? Hayatımda ilk kez bir katille aynı masada yemek yediğimi fark etmek için anlamak fiili yetersiz kalıyordu. Ama daha yola çıkmadan kendime söz vermemiş miydim? Ne ile karşılaşırsam karşılaşayım, her şeye hazırlıklı olmayacak mıydım? Hiçbir şeye şaşırmayacaktım hani? Hayır, erkenden kendimi salamam. Bunu yapmam demek, bütün yolu boşuna çekmem demektir.
‘’Okul ne durumda? Tadilat gerektirecek bir durumu var mı?’’ dedim. Muhtar sadece gülümsüyordu. İçine çektiği sigarasının dumanını burnundan verdikten sonra lafa girdi.
‘’Hocam, bu köyde okul yok.’’ dedi. Vücudumda gezen kan ağzımdan çıkacakmış gibi hissettim. Anlayamıyordum. Okulu olmayan bir köye mi atanmıştım?
‘’Nasıl okul yok Ayhan Bey?’’
‘’Yok işte hocam. Köyde okul yok. Burası sınır kasabası, karışık olur hep. Üç sene imece usulü bir okul yapmıştık. Onu da eşkıyalar yıktı. Devlet de uğraşmak istemedi. Yani senin anlayacağın hocam, okulu olmayan köye atandın. Ne yaptın da buraya atadılar seni bilmem.’’ Diyecek bir şey bulamıyordum. Bunun başıma geleceğini tahmin etmeliydim. Her hareketin bir sonuç doğuracağını öğrenmem için daha kaç sene geçmesi gerekiyordu? Bir sigara daha yaktım. Yemeğine de, köyüne de, öğretmenliğine de lanet olsun. Ama yok, bu insanların ne suçu vardı ki? Ama bunları derste anlattığım konuya girmeden önce düşünmeliydim.  Bir öğretmenin, bir çocuğa kızıp, onu dersten atmasının skandal olduğu bir ülkede ne yapacaklardı bana? Çifte maaş mı vereceklerdi? O çocuğun babasının vekil olduğunu bilmem mi gerekiyordu? Buna dayanamıyordum. Gözlerimden yaş geliyordu.
‘’Hapse girseydim keşke muhtar. Ya da ne bileyim görevden alınsaydım. Ama bu koyuyor adama be. Yaptıklarımdan hiçbir zaman pişman değilim muhtar. Ama böyle ceza mı olur?’’

‘’Olur hocam, olur. Eğer bu topraklarda yaşıyorsan, her şey olur.  Ama yine de güzeldir bu topraklar be hocam.’’ Evet, güzeldir bu topraklar. Ama ya üstündekiler? Onlar da iyi midir? Bana kalırsa bu topraklarda yaşayanlar, bu toprakların güzelliklerini içlerinde barındırabilseydi eğer, bu mümkün olsaydı, hiç değilse daha insani bir ceza tayin edilebilirdi. Tabii benim hareketim bir suç ise…


Barbaros.

30 Nisan 2014 Çarşamba

Sakin Saatler


                              KOŞAN ÇOCUKLAR VE AĞLAŞAN MARTILAR

 Sene 1883 ve soğuk bir kış akşamında Sirkeci'deyim. Saatimi tamir ettirmek için Türkiye Han'a giriyorum. Karşıma bir han kapıcısı çıkıyor; ^
 - Bayım nereye gelmiştiniz?
 - Edox Saat burada mı acaba?
 - Öyle demek, hoşgeldiniz bir üst kata çıkın.
 Yavaş yavaş koridorda ilerledim. Örme taştan merdiveni tırmanmaya başladım. Bir kat değil de üç kat çıktım sanki. Yüksek tavanlı binalar böyledir. İki büyük kapı karşıladı beni. Aman Allah'ın bu ne soğuk! En fazla iki yüz metre yürüyen biri için fazla üşümüştüm. Neyse ki hanın içi sıcaktı. Büyük kapının büyük tokmağına üç kez vurdum. Kapı gıcırdayarak açıldı. Kimse yoktu, biraz çekinerek içeri girdim. Her tarafa kondurulmuş mumlar sönük sönük çığlıklar atarken, hepsine üflemek geldi içimden. Her adımımda büyük gıcırtılar çıkaran ahşap parkelerin benden daha yorgun olduğunu düşünerek halime şükrettim. Artık dar ve uzun koridoru bitirmiş, devasa salona teşrif etmiştim. Bu salondaki bütün eşyalar ağaçtı ve kurtlanmak üzere olduklarını fısıldadılar. İlaçlamak lazım sizi dedim içimden.
 Efendim anlayamadım dedi kalın bir ses. Kahretsin yine içimden konuşmayı becerememiştim. Yok size demedim beyefendi diyerek soluma döndüm, ne göreyim? Henüz 10 yaşında bir çocuk vardı karşımda, fakat bu çocuktan çıkan ses, henüz 50'sine girmiş bir adama ait olmalıydı. Saatimi gösterdim ve, ''iki günde bir geri kalıyor, yaptırmak için geldim.'' dedim. Saati alan çocuk 50'lik sesiyle, '' siz şimdi gidin ben size haber ederim, şuraya da adres bilgilerinizi yazın'' dedi. Bir dediğini iki etmedim, söylediklerini yaparak orayı terkettim.
 Aşirefendi caddesine çıktığımda iki çocuk yanımdan koşarak geçti. İşte çocuk dediğin böyle olmalıydı; koşmalıydı, oynamalıydı, çamura bulaşıp camları kırmalıydı. Ankara caddesine geçerek, yokuş aşağı Sirkeci Gar'ına kadar hızlı adımlarla yürüdüm. O zamanlar Sirkeci'ye Paris'ten tren seferleri başlamıştı. Bizim dedelerimizin bir ayda gidebileceği yol sade ve sadece 6 güne düşmüştü. Bu trene, ''Orient Express'' dermiş frenkler, biz ise, ''Şark Ekspresi '' deriz. Neyse lafı uzatmayalım yolcuların arasından geçerek gar duvarına asılı vapur saatlerine baktım. 20 dakika sonra bir vapur kalkacaktı. Hemen iskeleye geçtim ve beklemeye başladım.


İşte yanaştı yandan çarklı ve döndürdük çarkı buharın gücüyle
Ne güzel de dalga var, sağdan-sola, soldan-sağa yatar vapurlar
Korkmayın baylar-bayanlar, varsa bir simit, ekmek parçası
Atın şu ağlaşan martılara ki güvercinleri ölmesin bu kutlu şehrin

                                                                                   dumanlahaberlesme