Otluk alanlardan
ve çamurdan yapılan evlerden başka hiçbir şeyi olmayan bu köye atandığımda
yirmi beş yaşındaydım. Ayağımda memurlara indirimli
ayakkabı satan bir dükkândan aldığım ve iki yıldır ayağımda olan kahverengi
botlarım vardı. Mavi gömleğimin üzerine annemin ördüğü siyah kazağı geçirmiş,
elimde sokağa hibe edilmiş olarak bulduğum bir bavulla gelmiştim bu köye. Üstelik buraya gelmek için aç bitap bir şekilde
yirmi saat yol gitmek zorunda kalmıştım. Esaretimin başladığını nereden
bilecektim? Kaosun tam ortasına girmek üzere olduğumu nasıl anlayacaktım? Allah aşkına. Sonuçta büyükbaş hayvanlarla
birlikte 600 kişilik bir köy değil miydi burası? Aslına bakarsanız otogarda köy
otobüsüne binmek üzereyken her şeyi anlamalıydım. Evet, bunu yapabilirdim,
anlayabilirdim. Hepsi benim suçum. O gün köy otobüsünde kendi sonuma gittiğimi pekâlâ
anlayabilirdim. Ama anlayamamıştım. Otobüsün içinde sigara içen şoföre, toprak
yol üzerindeki çakıl taşların kenara fırlamasına, pantolonumdaki kirliliğe
bakıyordum. Kısacası düşünmemek için çırpındığım bir gündü. Otobüsten indiğimde
beni şalvar giymiş olan bir çocuk bekliyordu.
‘’Hoş geldiniz öğretmenim. Biz de
sizi bekliyorduk.’’ dedi.
Utangaç bir hali olan bu çocuğun
benim köye geldiğimden veya öğretmen olduğumdan nasıl haberi olduğuna dair
hiçbir fikrim yoktu ve açık konuşmak gerekirse, umurumda da değildi. Onu kısaca
süzdüm. 11-12 yaşlarında ya vardı ya yoktu. Şalvarının üzerine beyaz bir gömlek
giymişti. Siyah ayakkabıları toz içindeydi. Bu çocuğun diğerlerinden tek farkı
bıyığı olmamasıydı. Kaderini bekliyordu bu çocuk. Boy atacağı, kendi tarlasını
süreceği, kendi hayvanlarını besleyeceği ve bıyığının çıkacağı günlerin
gelmesini bekliyordu.
‘’Hoş bulduk oğlum.’’ dedim. Ne
kadar aç olduğumu hatırladım. Konuşacak halim yoktu ve susmak istiyordum.
Etrafıma bakınıyordum.
‘’Muhtar emmi yemek hazırlattı
öğretmenim. Açsınızdır, isterseniz gidelim.’’ dedi. Çocuk bana öğretmenim diyordu ancak ben bir
yaşıtımla konuşuyormuş gibi hissediyor, onun karşısında sebebini hiçbir zaman
anlayamayacağım bir şekilde ciddi olmaya gayret ediyordum.
‘’Evet, gerçekten de açım.
Gidelim bakalım.’’ demekle yetindim. Nasıl gideceğimizi, gideceğimiz yerin uzak
mı yoksa yakın mı olduğunu de merak etmiyordum. O durumda beni ilgilendiren tek
şey yemek yemekti. Valizim elimde titreyerek önümdeki çocuğu takip ediyordum.
Çocuk topallayarak yürüyordu. Onu dikkatle izlediğimden olsa gerek ben de
topallamaya başladım. Bir fotoğraf sanatçısı için iyi bir malzemeydik aslında.
Önde şalvar giymiş, topallayarak yürüyen küçücük bir çocuk, arkasında ise kot
giymiş, elinde bir valizle onu takip eden ve etrafını ahmakça kesen ve topallayan
bir adam. Küfürler yağdırarak yoluma devam ediyordum. Bu şekilde toprak yolda yaklaşık on dakika
yürüdükten sonra karşımıza iki katlı, etrafı yüksek duvarla çevrili olduğundan
bahçesi gözükmeyen bir ev çıkmıştı. Ahşaptan yapılmış bahçe kapısının yanında
bir kalabalık bize bakıyordu. Neden topalladığımı anlamıyordum. Topallamamak
için elimden geleni yaptıkça, daha da topallıyordum. Böyle bir yerde zayıf
görünmemem gerektiğine inanıyordum. Çocuk çoktan bahçe kapısına varmış, suçlu
gözlerle beni izlemeye başlamıştı. Valizi yere bırakıp cebimde bir şey arıyormuş
gibi yaptım. Cebimde sadece bir paket sigara ile kibrit vardı. Şimdi sigara
içemezdim. İnsanlar hala meraklı
gözlerle bana bakıyordu. Daha sonra aralarından orta yaşlı olan bir adam bana
doğru yürümeye başladı. Güçten düştüğümü belli etmemek için valizi yeniden
taşımaya başlamıştım ki, adam bana iyice yaklaştı ve valizime yöneldi.
‘’Yorulmuşsun sen hoca. Ver ben
taşıyayım. Muhtar yemek hazırlattıydı. Gel haydi.’’ dedi. Cümle kurmak benim için hiç bu kadar zor
olmamıştı. Hiçbir şey söyleyemiyordum. Başımı ‘’teşekkür ederim’’ anlamında
salladım ancak o muhtemelen bunu görmedi. Eve yaklaştıkça taze et kokusunu
hissetmiştim ve attığım her adımda bu koku keskinleşiyordu. Kapıya vardığımızda
orta yaşlı ve kirli sakallı biri elini uzatarak bana yaklaşıyordu. Takım elbise
giymişti. Böyle bir yerde takım elbise giymek için nasıl bir sebep gerekirdi
bilmiyorum. Ben de elimi uzattım.
‘’Hoş geldiniz öğretmen bey. Ben
köyün muhtarıyım. Ayhan Kırbay. Hoş geldiniz, buyurun lütfen, buyurun.’’ dedi.
Adam son derece düzgün konuşuyordu ve bir şehirde büyüdüğü hemen anlaşılıyordu.
‘’Hoş bulduk
Ayhan Bey. Yavuz Uras.’’ demekle yetindim. Muhtar elimi tutmaya devam ediyordu.
Diğer eliyle de sırtıma dokunuyordu ve bu şekilde beni yemek için hazırlanmış
masaya götürüyordu. Sanki tokalaşırken
sadece ikimizin hissedebileceği ani bir kar fırtınası başlamıştı ve oracıkta
ellerimiz donmuştu. Diğer yandan pek şikâyetçi de olamazdım. Muhtarın beni
bıraktığı anda düşeceğimi sanıyordum. Bana ayrılmış olan sandalyeye oturmamla
önüme bir tabak çorbanın koyulması bir oldu.
‘’Diğer
tabakların doldurulmasını beklemenize gerek yok hocam. Siz başlayın lütfen.’’
‘’Teşekkür
ederim ama bu ayıp olur. Herkes masaya oturunca ben de çorbamı içmeye
başlayacağım.’’
‘’Nezakete
gerek yok hocam. Açlık görgü kurallarını ortadan kaldıracak kadar güçlü bir
düşmandır. Daha sonra nezaket için epey boş vaktimiz olacak.’’ dedi. Daha fazla
ısrar etmekte fayda görmedim ve çorbanın da soğumasını istemediğimden içmeye
başladım. Benim çorba içişimi izleyen bütün erkekler masaya oturdu. Etrafta hiç
kadın görmemiştim. Ama köyler böyledir zaten. Her şey nedensiz bir utangaçlık
ve ciddiyetle yürütülür. Şu muhtar da garip adam doğrusu. Nasıl laftı o öyle? Açlık
hakkında daha önce hiç böyle düşünmemiştim. Belki de daha önce hiç bu kadar aç
kalmadığımdandır, bilemiyorum. İnsanlar çorbalarını içmeye başladığında ben
bitirmiştim. Bedenim kendine gelmeye başlıyordu. Çok aç olduğumu belli etmemek
için bir sigara yakmak istedim. Başımın dönmesini ve yere yığılmamı engellemek için
dumanı içime çekmemeye gayret ediyordum.
‘’Ahmet, söyle
yemekleri getirsinler. Herkes çorbasını içti. Baksana, Hoca sigara bile
yaktı.’’ dedi ve sonra gülerek;
‘’Ee Hocam,
ilk görev yeriniz mi burası?’’
‘’Hayır, ikinci
görev yerim. İstanbul’daydım. Üç gün önce atama kâğıdım geldi ve işte
buradayım.’’
‘’Oo, çok büyük bir şehir. Çok da uzak. Yol ne
kadar sürdü?’’
‘’Yirmi
saat.’’
‘’Çok zor
olmuştur sizin için. İstanbul büyük bir şehir. Öyle bir yerden gelip bu sınır
köyüne hemen alışan insan ya bir kaçıktır ya da bir ermiş.’’
‘’Siz burada
mı büyüdünüz?’’ dedim. Güldü.
‘’Bizim peder
bey buranın ağasıydı eskiden. Ben İstanbul’daydım. Vefat haberini alınca pılı
pırtı toplayıp geri geldim.’’
‘’Allah rahmet
eylesin. İstanbul’da ne yapıyordunuz?’’
‘’Siz demeye
gerek yok hocam. İstanbul’a okumak için gitmiştim. Amma umduğum gibi olmadı.
İstanbul’a damarımda akan kan kadar alışmıştım. Eğer İstanbul’a damarındaki kan
gibi alışmaya başlamışsan oradan kaçmanın vakti gelmiş demektir. Kaçmadım ama.
Hata ettim. Önümde iki yol vardı. Ya şair olacaktım ya da katil. Başka yol
yoktu önümde. Ben de…’’
Bu sırada
yemekler geliyordu. Yine bir erkek, kuzu eti koyuyordu önüme. Muhtar
hüzünlenmişti sanırım, cebinden tabaka çıkarıp bir sigara sardı ancak bir
yandan da masadakilere siz devam edin diyordu. Açıkçası muhtarın sigarasını
bitirmesini bekleyecek de değilim. Ne biçim iş bu böyle be? Gören ezanı
bekliyoruz sanacak. Yeniden bana döndü.
‘’Ben de katil
olmayı seçtim. Yani seçmedim. Yani katil oldum ama bunu isteyerek yapmadım.
Ulan oysa buradan gitmemin amacı da böyle işlere bulaşmamaktı. Ben ne bileyim
İstanbul’un delikanlı ya da ibne, dindar ya da kâfir ayrımını önemsemediğini?
Bak hoca sen de İstanbul’u bilirsin, beni anlarsın.’’
‘’Evet, anladım.’’
dedim. Anladım mı? Hayatımda ilk kez bir katille aynı masada yemek yediğimi
fark etmek için anlamak fiili yetersiz kalıyordu. Ama daha yola çıkmadan
kendime söz vermemiş miydim? Ne ile karşılaşırsam karşılaşayım, her şeye
hazırlıklı olmayacak mıydım? Hiçbir şeye şaşırmayacaktım hani? Hayır, erkenden
kendimi salamam. Bunu yapmam demek, bütün yolu boşuna çekmem demektir.
‘’Okul ne
durumda? Tadilat gerektirecek bir durumu var mı?’’ dedim. Muhtar sadece
gülümsüyordu. İçine çektiği sigarasının dumanını burnundan verdikten sonra lafa
girdi.
‘’Hocam, bu
köyde okul yok.’’ dedi. Vücudumda gezen kan ağzımdan çıkacakmış gibi hissettim.
Anlayamıyordum. Okulu olmayan bir köye mi atanmıştım?
‘’Nasıl okul
yok Ayhan Bey?’’
‘’Yok işte hocam.
Köyde okul yok. Burası sınır kasabası, karışık olur hep. Üç sene imece usulü
bir okul yapmıştık. Onu da eşkıyalar yıktı. Devlet de uğraşmak istemedi. Yani
senin anlayacağın hocam, okulu olmayan köye atandın. Ne yaptın da buraya
atadılar seni bilmem.’’ Diyecek bir şey bulamıyordum. Bunun başıma geleceğini
tahmin etmeliydim. Her hareketin bir sonuç doğuracağını öğrenmem için daha kaç
sene geçmesi gerekiyordu? Bir sigara daha yaktım. Yemeğine de, köyüne de,
öğretmenliğine de lanet olsun. Ama yok, bu insanların ne suçu vardı ki? Ama bunları
derste anlattığım konuya girmeden önce düşünmeliydim. Bir öğretmenin, bir çocuğa kızıp, onu dersten
atmasının skandal olduğu bir ülkede ne yapacaklardı bana? Çifte maaş mı
vereceklerdi? O çocuğun babasının vekil olduğunu bilmem mi gerekiyordu? Buna dayanamıyordum.
Gözlerimden yaş geliyordu.
‘’Hapse
girseydim keşke muhtar. Ya da ne bileyim görevden alınsaydım. Ama bu koyuyor
adama be. Yaptıklarımdan hiçbir zaman pişman değilim muhtar. Ama böyle ceza mı
olur?’’
‘’Olur hocam,
olur. Eğer bu topraklarda yaşıyorsan, her şey olur. Ama yine de güzeldir bu topraklar be hocam.’’
Evet, güzeldir bu topraklar. Ama ya üstündekiler? Onlar da iyi midir? Bana
kalırsa bu topraklarda yaşayanlar, bu toprakların güzelliklerini içlerinde
barındırabilseydi eğer, bu mümkün olsaydı, hiç değilse daha insani bir ceza
tayin edilebilirdi. Tabii benim hareketim bir suç ise…
Barbaros.